Maraş

Wednesday, November 08, 2006

Bayram gezisindeki ilk durağımızda gördüğümüz o çok eski bayram fotoğraflarından söz açarak başlayacak bu yazının, bir bayram gününde yazılmaya başlanması, ilginç bir tesadüf. Bugün 29 Ekim. Cumhuriyetin kuruluşu kutlu olsun demek istiyorum ama son zamanlarda içim(iz) hayli buruk. Biliyorsunuz.

Bundan dokuz gün önce, 21 Ekim 2006 cumartesi sabahı Kahramanmaraş’a girip kalesini fethe durduğumuzda, kendilerini neyin beklediğini bilmeyen şaşkın piyadeler gibiydik. Oysa artık kale olmayan ve Ayten Hanım’ın yerinde bir saptamasıyla nicedir sadece çok bayili dondurma şirketine hizmet eden yapıda bulduğum(uz) tek anlamlı gerçek, artık tarih gibi gördüğümüz yaşanmışlıkların günümüzde de dirim bulan izleriydi. Kaleyi içine alan bahçede çevrelenen eski Maraş fotoğraflarında, içinde olmadığım halde ait olduğum ya da olmak istediğim bir yaşamın hayali bir kez daha gözümün önünde canlandı.

Eski Maraş bayram fotoğraflarının iki yüzü vardı: Kuş bakışı çekilmiş olanında, şehir meydanına pek de benzemeyen ama belli ki öyle kullanılan bir yol kesişiminde toplanmış sayısız puşili erkek vardı, dağınık düzen yerleşmiş ve her nasılsa o anda bir sorun varmış hissi uyandıracak biçimde deviniyormuş gibi görünen.

Karşıdan görüntülenen diğerinde ise, kendilerini zamana sabitleyen o an’ın kurucusuna, sebebi merak uyandırıcı bir neşeyle bakan şapkalı-kasketli erkekler. Omuz omuzalar, tempo tutuyor ya da alkışlıyorlar. Aynı zaman kesitinde mutlulukları aynı hizada saf tutmuş bu kadar çok insana düğünlerde ya da şenliklerde rastlanılır. İşte gerçek bir bayram fotoğrafı.


Fotoğrafın merkezindeki boşluğu varlığıyla dolduran şu yakışıklıya bakın. Saçlar limonlu ya da briyantinli. Bıyıklar o biçim. Maraş’ın Clark Gable’ı sanki. Ya da cumhuriyet Ankarası’nın yeni-gözde klüplerinin birinden bohem bir gecede fırlamış da, endamının rüzgarından Maraş’a savrulmuş bir janjan.

Kim bilir kimdi? Belki Mekteb-i Mülkiye’den yeni mezun olmuş bir bürokrat adayı; belki de Maraş’a müzik icra etmeye giden heyette yer alan bir sazendeydi. Farz-ı muhal cümbüş çalan biri !

Bulunduğu konumun gölgede kaldığı bu fotoğrafta, yüzüne ışık vurmuş olmasının muhakkak bir anlamı olmalı. Sağında yer alan kasketlinin ise, ışık ne kelime, üzerine ay doğmuş adeta. Aydınlığını adamın gözlerinden –geleceğinden- esirgeyen ve kayıp gitmekte olan bu ziya, o anda olan’a mesafeli duran bu gencin bir şeylere ya da bir şeylerin ona geç kaldığını imlemiyor mu.

Bu karede arkadaş gibi görünmüyorlar ama bizim hayal gücümüz ikisinin etrafında geçen bir öyküyü pekâlâ yazabilir. Karşıtlıkların çarpışma noktasında başlayan bir hikaye için, bu fotoğrafın topluluğu ikiye bölen çapraz ışıklaması da bize yardımcı olabilir.


Bundan böyle acı poyraz esmeyecek çünkü artık Seher yeli var !

Kaleyi gezip dondurmamızı yedikten sonra yeni fetihlere çıkmak üzere otobüsümüzün kapılarının açılması beklenirken yürüdüm dükkanına. Kalenin eteğinde rengarenk bir çerçi olduğu uzaktan bile anlaşılıyordu.

Pek çoğumuz gibi yol yorgunluğunu ve sabah mahmurluğunu üzerimden atamadığım için ağzımı açmaya mecalim olmadığından, sadece fotoğrafını çekmekle yetindiğim, ardındaki hikayeyi sormadığım için de eksiklik duygusu içinde kaldığım tabelanın anlamını, algıları daima açık ve hep dinç olan Haşim sorunca öğrendik:

Bu hanımın adı Seher Çetinkaya. Yirmi yıl önce açmış bu dükkanı. Açarken de böyle yazdırmış tabelayı. Peki ama neden? Hangi itkiyle? Bunu, otobüse binmesi beklenen son gezgin olduğum o son dakikada öğreneceğim.

Bakmayın bu kedinin ay yüzlü göründüğüne; aslında çok pasaklı bir şeydi.
Benim her gezimin içinden mutlaka bir kedi geçer. Bu da, bu gezideki anılarıma imzasını atacak ilk kediydi ve ona olan ilgim bana yeni bir köprü bahşedecekti.

Sünepe bir köpeğin ya da pasaklı bir kedinin ardından coşkuyla gitmek, iki insan arasında kurulan sağlam bir köprüdür, eğer sevginin bu iklimindeyseler. Ne yorgunluk ne mahmurluk;

beni sobeleyen birinin peşinden koşar gibi koştum bu kedinin peşinden. Benim kuş sesi “aman da aman” cik-cikleyişimin kendisine “allah allah allah” nidaları gibi geldiği kedi, hemen üst kapı olan evlerine kaçınca, Seher hanım oğluna dedi ki, “Tut getir oğlum, ablan sevsin”.
Minik arkadaşını her şeyden ama her şeyden sakınan oğlan, beni sadece yavru kedileri seven şımarık bir kenter sanıp da yapmak zorunda kaldığı şeye üzülmesin diye, kendi kedimin fotoğrafını gösterdim ona. Benim oğlan ile onun kedisinin birbirlerine tıpatıp benzemesi Seher hanımın oğlunun yüz hatlarını gevşetti. Bu benzerlik kalpleri de yumuşattı ve bu kez coşkulanma sırası Seher hanıma geldi. Biz gitmek üzere olduğumuz için acele acele koşturdu beni dükkanına ve içeri girince soluk soluğa, “Ben” dedi, “okula hiç gitmedim. Ama şiir kitabı çıkardım!” Tozlu raftan kenarları küflenmiş üç kitabını verdi bana: Adı, Nar Çiçeği. Hatıra olarak verdiği kitaplarının bir tanesini benim için imzaladıktan sonra, hatıra olarak kalemimi istedi. Her zaman iki tane taşıdığım, uçları gayet “fine” olan tükenmez-mürekkepli kalemlerimi kimseye vermem. Çantamın en değerli parçası olan kalemlerimden birini, o sabah, Seher hanıma verdim.

“En içten dileklerimle, sağlıklı bir ömür dilerim, her şey gönlünce olsun. Bey’e selamlar”

diye imzalamış kitabını, yaşıtları önlük giyip okula giderken aç bir sokak kedisi gibi arkalarından bakan; sadece okuma-yazmayı değil hayata tutunmayı da sonradan ama sağlam söken Seher hanım.

Herhangi bir kursa gitmemiş, kendi çabalarıyla öğrenmiş okuma-yazmayı. Dükkanını
–kendisini inşa eder gibi yoktan yarattığı bir şeyi- neden öyle taçlandırdığını şimdi daha iyi anlıyordum.

“Yakma... yıkma, bu gönlümü
Kalbimi sana verdiğimden ötürü
Meftun olduğum günden beri
Sarhoş oldum, dağılarak geldim sana”

Aşkın bir dağılma, kavuşmanın parçalanma olduğunu bilen bu kadının iyi bir şair olmadığını söyleyebiliriz ama bilgeliği olmadığını, asla.

“Her gün çağlarsa durmadan pınar,
Her kışın ardından gelirse bahar,
Balıkların suyu sevdiği kadar
Kır çiçeği de seni sevdi, sakın unutma.

Uzaktır aramız hiç sesin gelmez
Karanlık dünyamdan hayalin gitmez
Seni bilmeyen bu acıyı tatmaz
Ölen balık suyu da sevmez. “



Birinci bölümün sonu

Sonraki bölüm: Sularında nefes alamayan balıkların kenti...Urfa.
Posted by Picasa